Kışın ne zaman güneşli bir gün olsa en çok sevdiğim şey Büyükada’ya gitmek, orman yolunda yürümek, fotoğraf çekmek….İstanbul’da yaşamanın hele birde bizim gibi adalara 1 vapur uzaklığında olmanın avantajını yaşayanlar bilirler, ne kadar şanslıyız. Adalar da yaşam gerçekten farklı. Her seferinde insan yeni bir şey keşfediyor. Bu kadar zamandır Büyükada’ya gideriz ilk defa adadaki Eski Rum Yetimhanesi’ni yakından görme fırsatım oldu. Hem mutlu oldum hem çok hüzünlendim. Bu kadar güzel, eski, ihtişamlı bir bina görmemiştim. Eve dönüp hikayesini araştırdığımda bu kelimelerin ne kadar yetersiz kaldığını gördüm. Avrupa’nın en büyük dünyanın ikinci büyük ahşap yapısı olduğunu öğrendim. 1809 yılında Fransız mimar Vallaury tarafından otel olarak inşa edilmiş. 1902 yılında Rum Yetimhane’sine çevrilmiş. 1964 yılında yetimhanenin kapatılmasının ardından kaderine terk edilmiş. Türk-Yunan ilişkilerindeki gerginlik nedeni ile Fener Rum Patrikhanesi ve Vakıflar Genel Müdürlüğü arasında paylaşılamıyor ve içten içe çürüyor. Güzel binanın bahçesinin keyfini tavuklar, koyunlar çıkarıyor:)
Bu kadar önemli, tarihi bir yapı nasıl olurda yıkılmaya terk edilir…
Sahip olduğumuz değerlerin kıymetini bildiğimiz günlerin gelmesi dileğimle…
Not: Yetimhane’yi anlatan “Ada’nın Ağlayan Yüzü” belgeseli genç sinemacı Burcu Olgun tarafından çekilmiş, ödül almış.
Bu hüzünlü, muhteşem tarihi yapıdan uzaklaştıktan sonra yürüyüşümüze devam ettik. Adeta özgürlüklerini ilan etmişçesine koşan atları seyrettik.
Ada’nın bana göre mimarlık şahaseri, her biri birbirinden farklı evlerinin önünden geçerken buralarda yaşanan hayatları hayal ederek vapura bindik. Hala bu güzellikleri koruyan, yaşatanlar var, teşekkürler…