Tüm yazıları Aslı Avcu

English Tea / Çay Keyfi

English Tea
Sehpanin uzerindeki cay tabagini cekerek kendine dogru yaklastirdi. Bir beyaz kesmesekeri iki parmagiyla tutarak caya batirdi ve cayi emen sekerin sararip eriyisini izledi. Sekeri caya birakti. Cay kasigininin ucundan sol elinin iki parmagi ile tutarak cayini gereginden uzun bir sure hizli hizli karistirdi. Metal kasik cam bardaga kizgin kizgin vurdu. Kasigi cikardi. Cay bardagini hic icmeden tabagina geri koydu. Arkasina yaslandi yeniden. Cay yeterince soguyuncaya kadar bekledi. Sonra buyukce bir yudum aldi. Bardagi geri koydu. Yine uzunca bir sure bekledi. Oyle ki cayi unutmus ya da icmekten vazgecmis gibiydi. Neden sonra dogrulup tekrar eline aldi cay kasigini ve yeniden karistirdi yarisi dolu cay bardagini. Ikinci buyuk yudumda bitirdi cayini.

Çay Keyfi
Şekerini karıştırdıktan sonra çay kaşığını sağ elinin işaret parmağı ile bardağa yapıştırdı. Çay bardağını avucu ile sıkıca kavradı. Cay nasirli elini yakmadan istti. Çay tabağını da diğer avucunda tuttu. Tabak ve bardak gözden kayboldu. Bardağı, büzüp ileri uzattığı ağzına götürdü. Kaşları havaya kalktı. Büyükçe bir yudum aldı çaydan.

Bilmece

İçimdeki sıkıntıyı sözcüklere yüklesem de cümle cümle uzaklaşsalar benden…
Sana yazmak istiyorum. Başkasının yükü ezmez seni. Zaten sen yoksun. Seni hayal ediyorum ben. Ben de yokum biraz. Kimse yok. Dünya yok. Bir tek sözcükler var. Düşler var.
Mayısın sondan üçüncü günü bugün. Arada bir açan kapalı bir hava. Yağacak mı yağmayacak mı?
Sokakta bir anons yapılıyor. Ne dedikleri anlaşılmıyor. Boğuk, mekanik bir ses. Alınıp satılacak şeyler var. Onlar gerçek, hayatlar yalan. Şeyler gerçek, insanlar yalan. Onlar var, biz yokuz.
En azından üç farklı kuşun ötüşünü ayırt edebiliyorum buradan. Bir kertenkele hızlı hızlı, kayar gibi iniyor ağacın gövdesinden aşağı. Bir iki defa duraklıyor. Çok küçük. Ancak bir leke gibi görebiliyorum onu masamdan. Yanılma! İstanbul’dayım. Beyoğlu’nda. İşte. Bilgisayar başında. Günlerden cumartesi.
Yıkık tuğla duvarlar… sıvaları dökülmüş…ve yanmış evler… çatısız, kapıları rüzgarda gıcırdayan, köşelerinden otlar fışkırmış, tepelerinde kedilerin gezdiği, yalnızlığa mahkum evler… bir de öğlenleri çan sesine karışan ezan sesleri…  Duvarların camsız pencereleri var. Pencerelerin ardı bahçe, önü sokak.
Merdivenlerde rüzgarın dağıttığı bir sidik kokusu dar sokaktaki ıhlamur ağacının, bana haşlanmış lahanayı hatırlatan kokusuna karışıyor şimdi.
Anlatacak ne çok şey var, dinleyecek ne az insan… ama şimdi yazıyorum sana ve okuduğunu hayal ediyorum. Sözcüklerime yaklaştırıyorsun başını. Kaşların ciddiyetle iniyor gözlerine doğru. Senden bahsettiğim yerlerde gülümsüyorsun muzipçe.
Şampuan kokusu geliyor burnuma onu anımsadığımda en çok, biliyor musun?
Ağzımızdan çıkan her söz birbirine çarpmadan, bedenlerimize değmeden uçup gidiyor sanki… Yalnızlık büyüyor. Mesafeler genişliyor. Bakışlarda sevgi, ellerde ılık bir şefkat olsa da… Hiçbir şey umut etmeye yetmiyor.
Her sabah, beni yutan büyük bir boşluk hep orda. Tanımsız, belirsiz, yok edilmez, anlatılmaz bir boşluk. Her sabah, gözlerimi açar açmaz kendini gösteriyor. Omuzlar geri, karın içeri… geniş gövdesiyle karşıma dikiliyor. Yatakta yan dönüyorum. Boşluğa arkamı dönüyorum.
Bir karamsarlıkla sarıp sarmalanmış, herkesin doğrusuna göre parçalanmışım. Yeni bir insan bir kırılma daha demek. Tamamlanmak isterken eksilmek, bütün olmak isterken yeniden bölünmek demek. 
Sen varolsaydın ya da ben yok olsaydım, sen ve ben varlıkla yokluk arasında bir rüyada buluşsaydık. Ben bunları yazmasaydım… Yalnız olmamak mümkün olsaydı.
                                                                                                                                 Mayıs 2010

Yanımızdan Geçen Öyküler

Taksim istasyonundan trene bindik. Saat geç, tren boştu. Yeniyetme bir oğlan tam karşıma oturdu. Kirpi gibi siyah saçları, kırmızı bir yüzü ve ağlamaklı gözleri vardı. Mahremiyet istediğini anladım ama gözlerimi ayıramadım ondan. Sırt çantasını çıkarıp yanındaki boş koltuğa koydu. Cebinden çıkardığı ıslak mendille montunu silmeye başladı. Sonra yüzünü, boynunu… Montunu çıkarıp kazağını, kazağını çıkarıp tişörtünü ve pantalonunu…. Kafasını kaldırıp bana bakar bakmaz gözlerimi kaçırdım. Şimdi ağlayacak dedim içimden. Çantasından bir kitap çıkardı: Fatherland. Okudu mu okur gibi mi yaptı bilmiyorum. Ben görmenin ağırlığı ile ezilerek trenden inip evime gittim.

Bastonlu İhtiyarlar

Levent meydanında güvercinlere bakan iki ufak tefek, sevimli ihtiyar. Bir kadın ve bir adam. Ellerinde sarı ve kırmızı renklerde kocaman bastonlar. İki yakın arkadaş mı, sevgili mi, sanatçı mı yoksa iki muzip ihtiyar mı yalnızca? Kendi kendime gülümsüyorum. Sıradışı insanlara rastlamak beni hep heyecanlandırır, umutlandırır, meraklandırır.

Kadın bana doğru yaklaşıp “bir şey sorabilir miyim küçükhanım”, deyince sevindim adeta. Kadın, mavi gözleri, bembeyaz saçlarıyla gerçekten güzel bir kadındı.  “Buyrun”, dedim hemen.

– Gençlere sokakta soru sorulduğunda neden yüzümüze aval aval bakıyorlar? Arkadaşımla ben çok merak ediyoruz. Sizce sebebi nedir?

Hayalkırıklığına uğramış olsam da şaşırmadım ve içtenlikle cevap vermeye çalıştım..

– Ne sordunuz ki?

– Anlamadınız mı? Sorumu mu tekrar edeyim?

– Yok. Gençlere ne sordunuz ki cevap veremediler onu soruyorum.

– Ne önemi var! Anket için veya televizyon için falan soru sorulduğunda neden yüzümüze aval aval bakıyorlar onu soruyorum.

– İyi de şimdi ben bu soruya cevap verirsem gençlerin hiçbir soruya cevap veremeyip aval aval baktığını kabul etmiş olurum ama benim öyle bir gözlemim yok ki!

– Peki teşekkürler.

– ??

İçimden gençleri size harcatmam diye geçiriyordum ki genç bir kız beni “siz de mi aval aval bakanlardansınız”, diyerek durdurdu. Onun da benim gibi bir kurban olduğunu sandım. Herhalde listeye girdim, dedim gülerek.

Güler yüzüyle olayın komik olduğuna beni ikna etmeye çalışan kızın elinde kağıt kalem görünce  otomatik olarak etrafıma bakıp çekim yapan diğer vatandaşı da fark ettim.

– Siz çektiniz mi bunu?

– Evet.

– İzin almadan?

– İzin alınca komik olmazdı ki!

– Şimdi komik mi? Nesi komik?

– Gençlerin sevimli yaşlılara dayanamayıp durması, saçma sorularına cevap vermeleri…

– İyi, en azından saçma olduğunu kabul ediyorsunuz.

Çekimin yayınlanması için imzalı iznim gerekiyordu ama vermedim. Doğrusu benim ne mizah ne ahlak anlayışıma uymadığı gibi Gezi olaylarına taraflı bakarak benim de mesleğim olan gazeteciliğin /haberciliğin yüzkaras olan bir televizyon kanalına komedi malzemesi olmayı reddetttim. Ama her şeyi boşverin komik değil yahu! Hiç değil!

İzin versem, kadının sorusunu tekrar ettirmişim anlamamışım gibi göstereceklerdi eminim. Bu programı kim izlerdi, kim gülerdi bilmiyorum. Ama en azından bugünün gençliğinin çok daha ileri seviyede bir mizah anlayışının olduğunu biliyorum.

Ben zaten çoktan bıraktım televizyon izlemeyi ama bu vesile ile yıllardır haber yapmamayı ya da yalan ve taraflı haber yapmayı seçen, en temel hakkımız olan haber alma hakkından bizi mahrum bırakan tüm gazetecilere, haber programcılarına insan onurundan daha kıymetli bir şeye sahip olmadığımızı hatırlatmayı borç biliyorum.

otobüsteki kadın

kadın, cam kenarındaki koltuğuna iyice yerleşip torbalarını bacaklarının arasına sıkıştırdı. otobüs işinden evine dönen insanlarla tıka basa doluydu. dışarıdaki ayaza rağmen insan soluğu ve kanıyla ısınmış otobüste, oturacak bir yer bulmuş olmanın rahatlığı ile gevşedi. iki elinin parmaklarını birbirine geçirip kucağına koydu. başını buğulu cama çevirdi. o etrafı seyrederken otobüs evine doğru tıngır mıngır yol aldı. kadına bu mutluluk yetti. keşke evim daha uzakta olsaydı, diye bile düşündü.